Kurban Edimi ve Kendine Zarar Verme
Kan bedenimizin en anlamlı en sembolik materyalidi...
Kendine zarar verme davranışı hakkında ilk psikanalitik değerlendirme Emerson (1913) tarafından yapılmıştır. Dinamik görüş açısından cildini kesme davranışı ile birçok amaca hizmet edildiği belirtilmiştir. Buna göre:
a) Kendine zarar verme davranışının doğrudan sado-mazoşistik bir haz verdiği,
b) Yaşanan hazzı değersizleştirecek yara meydana getirdiği,
c) Gerçek kastrasyonu önlemeye yönelik sembolik bir kastrasyon olabileceği,
d) Ayrıca hem korkulan hem de arzu edilen penatrasyonunu simgeleyen “self penetrasyonun” bir parçası olduğu belirtilmiştir.
Emerson (1913), kendini kesme davranışının sembolik olarak mastürbasyonun yerine geçtiğini belirtmiş, benzer şeklide Fenichel (1945) mastürbasyon eş değeri terimini kulanmıştır.
Freud, cinselliği (libido) ve kendini korumayı insana egemen olan iki güç olarak görmüş ve bu düşüncelerin ışığında ilk zamanlarda saldırganlık olgusuna nispeten daha az önem vermiştir. 1920’lerden sonra ise bu durum değişmiştir. Benlik ve ilkel benlik (1923) ve daha sonraki yazılarında, yeni bir ikilemi, yaşamla ilgili içgüdüler (Eros) ve ölümle ilgili içgüdüler ikilemini önermiştir.
Freud, yeni kuramsal evreyi şu sözlerle tanımlamıştır: “Yaşamın başlangıcına ilişkin yorumlardan ve biyolojik koşutluklardan yola çıkarak,yaşanan maddeyi korumaya yönelik içgüdünün yanı sıra, bu birimleri parçalamaya ve onları yeniden ilkel, inorganik durumlarına döndürmeye çabalayan, öncekine karşıt bir başka içgüdünün olması gerektiği sonucunu çıkardım. Bir başka deyişle, bir Eros olduğu kadar bir de
ölüm içgüdüsü vardır.” (S.Freud,1930). Ölüm içgüdüsü organizmanın kendisine yönelmişse kendini yıkıcı bir dürtüdür.
Ölüm içgüdüsü, cinsellikle birleştiğinde sadizmde, mazoşizmde anlatımını bulan daha az zararlı dürtülere dönüşür. Her ne kadar Freud birçok kez ölüm içgüdüsünün gücünün azaltılabileceğini ileri sürmüşse de (Freud 1927) temel varsayım değişmeden kalmıştır: İnsan, kendini ve başkalarını yıkıma uğratmaya yönelik bir dürtünün hükmü altındadır. Buradan çıkan sonuç, ölüm içgüdüsünün konumu açısından saldırganlığın esas olarak dürtülere gösterilen bir tepki değil, insan organizmasının yapısından kaynaklanan kesintisiz bir uyarım olduğu yolundadır. Lorenz de tıpkı Freud gibi insan saldırganlığını sürekli akan bir enerji pınarının beslediği bir içgüdü olarak betimler ve bunun dış uyaranlara karşı bir tepkinin sonucu olmadığını söyler (K.Lorenz 1966). Yani Lorenz’e göre, saldırganlık esas olarak dış uyaranlara bir tepki değil, insanın içinde “gömülü”, serbest kalmaya çabalayan ve dış dürtülerin yeterli olup olmamasına bakmaksızın anlatımını bulacak olan bir uyarılma olarak tanımlar. İçgüdüyü bu denli tehlikeli hâle getiren onun kendiliğindenliğidir” (K.Lorenz 1966). Lorenz’in saldırganlık modeli, tıpkı Freud’un cinsel arzu modeli gibi kapalı bir kapta depolanmış suyun ya da buharın uyguladığı basınca benzediğinden hidrolik bir model olarak adlandırılmıştır. Freud’un insanın temel iki dürtüsü olan yaşam ve ölüm içgüdüsüne inanan Menninger, self-injury’nin agresif dürtülerle, korunma güdülerinin arasında bir nevi uzlaşma biçimi olduğundan söz eder. Buna göre self-injury bu uzlaşı adına kesilen beden bölgesinin adeta kurban olması ya da kurban edilmesidir. Kişilerin kendilerine zarar verme motivasyonunu anlamaya çalışan Kafka J.S (1969),
Winnicott’un geçiş objeleri kavramına başvurmuştur. Kendine zarar veren bir hastanın reaksiyonunu tarif eden Kafka, bu kadın hastanın kendi “ılık” kanı, derisinin üstünden akarken hissettiği rahatlamayı kaydeder. Kafka, kanın, hastanın internalize anne temsilcisi olduğunu, kriz dönemlerinde rahatlatıcı bir geçiş objesi şeklinde eksternalize edilmeye çalışıldığını ileri sürer. Dolayısıyla kendine zarar verme motivasyonu, dayanılmaz gerilim hissini azaltma gereksiniminden kaynaklanmaktadır. Kafka, kendine zarar vermenin gerçekleştirilebilmesi için bir hastanın geçici olarak kendi derisini “benim değil” olarak kabul etmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Pao, bu problemi daha geniş apsamlı olarak ele alarak,kesme eylemine başlarken kişinin değişmiş bir ego hâline geçtiği hipotezini ileri sürer. Bu durumu depersonalizasyon ve derealizasyon deneyimiyle karşılaştıran Pao; dissosiye durumun, kendine zarar verme eylemi sırasında bazı hastalarda mevcut olduğunu ve ego yönelimindeki geçici askıya almanın, kişinin doğrudan kendini yaralamasına olanak sağladığını ifade etmektedir.
Kendilerine zarar veren hastaların inkâr, ayrışma ve projektif identifikasyon gibi ilkel savunma mekanizmaları kullanmalarına bağlı olarak, psikodinamik teorisyenler böyledavranışları preödipal gelişimsel patolojiye bağlama eğilimi göstermiştir. Graff H. ve Mallin R. (1967), bu hastalarda “preverbal evrelerde” gelişimsel yaralanmaların ortak bir özellik olduğunu, bu nedenle gerilimden kurtulmak için “fiziksel, preverbal mesajlar” verilmeye çalışıldığını ileri sürmüştür.
Grunebaum ve Klerman’ın konuya yaklaşımı şu yöndedir: Hastaların sıklıkla annesiz büyümüş olmaları ‘anne tarafından rejeksiyona karşı kendilerini korumak için anneyi introjekte ettiklerini düşündürmektedir. Böylece kayıp objeye tutunma fırsatı yakalayan bu kişiler, kendi içlerindeki bir parçayı tahrip ederek bu kayıpla başa çıkabilirken, diğer yandan kendini kesmekten kaynaklanan keyif verici duygunun bu nedenle hem kendilerini annesiz bırakanı cezalandırma fırsatı vermesini, hem de dışsal uyarı eksikliğini karşılamak üzere uyarıcı bir eylem olan kendi kendine manipülasyonu” sağlamış olmaktadırlar. Bu hastaların hastane görevlileriyle ilişkilerinde sık sık kendini savunma amacıyla ikiye bölündüğünü kaydeden yazarlar, “bileğini kesen hastanın sınırda kişilik bozukluğu grubuna giren bir sendromun üyesi olduğunu” ifade etmektedir. Dolayısıyla “koğuş sosyal yapısının kişiler arası dinamiklerini” anlamaya kuvvetli bir vurgu da yapan, “ego psikolojisine dayalı bir yatan hasta tedavisi” tavsiye etmişlerdir.
Podvoll EM de (1969) kendine zarar veren hastalara ilişkin tartışmasında, semptomun toplumla ilişki içindeki kullanımını vurgulamaktadır. Araştırmacıya göre, hasta, kısmen kendisini ve eksternal objeleri, diğerleri üzerinde her şeyi yiyen ve yutan taleplerden korumayı amaçlamaktadır. “İlkel bir sevgi objesine doğru derinliğine bağımlı, hatta simbiyotik isteklerden kendi vücudunu otoerotik kullanıma dayanmaya bir uçuş vardır. Bu semptom, terapist ve görevlilere karşı daha fazla regresif çabaları öngörmektedir”. Agresyonu kendine karşı tekrar yönlendirerek, “öfke ve patlayıcı karakterin, sabit ve görünürde tahrip edilemeyecek bir objeye fikse olarak emniyetli bir ev bulduğu, bu yolla hastanın ikiye ayrılmış ve idealize olmuş objesini korumayı başardığı” düşünülmektedir. Stone MH (1987), sınırda kişilik bozukluğu bulunan hastalardan kendine zarar verenlerden birçoğunun, yaşamının daha erken evrelerinde daha ileri yaşta birisinden cinsel açıdan sadistik kötüye kullanılmaya maruz kaldığını kaydetmiştir. Stone, daha sonra cinsel arzuların aşırı suçlulukla ilişkili olduğunu, kendini yaralamanın yalnızca hastayı değil, orijinal kötüye kullanma işini gerçekleştirenleri de cezalandırdığını ifade etmiştir. Kernberg OF (1987), kendine zarar verme semptomuna özel bir anlam verirken temkinli olunmasını tavsiye etmektedir. Kendini yaralama davranışının hastanın internal deneyiminden uzaklığı nedeniyle kendine zarar verme eyleminin anlamına ilişkin “metapsikolojik teoriler oluşturmanın” pragmatik değerini sorgulamaktadır. Bu semptoma özel olarak herhangi bir anlam atfetmekten kaçınmakta ve terapisti de erken yorumlardan kaçınması yönünde uyarmaktadır. Kernberg’in, bu eyleme spesifik psikolojik anlam atfedilmemesini ifade etmediği vurgulanmalıdır; ancak böyle bir atfın, ağır kişilik bozukluğunun psikolojik tedavisinde pratik bir değeri olmayabilir ve gerçekten de tedavinin erken evrelerinde üretkenlik karşıtı olabilir.
Kendine zarar veren kişilere ilişkin teorik psikodinamik tartışmalar sayıca azdır. Genel olarak bu tür formülasyonlar, bu hastaların ego gelişiminin erken evrelerinde önemli defektleri bulunduğu yönündedir. Böylesi defisitler, issosiye durumlara girme kapasitesini ve diğer ilkel savunmaların hâkimiyetini açıklayabilir. Kendi vücutlarında yarattıkları tahribat, başkalarının internalize edilmiş temsilcilerine yönelimi olarak ya da suçluluğu geri döndürme çabaları olarak düşünülebilir. Kendine zarar verme epizotları, zamansal olarak önem taşıyan başkalarıyla ilişkilerdeki krizlerle bağlantılı olabilir. Ego psikolojisi, hem bu kişileri anlamak hem de psikodinamik temelde psikoterapi inşa edebilmek için yararlı bir iskelet oluşturmaktadır. Hızlı bilişsel gelişimin olduğu dönemler aynı zamanda afektif yaralanabilirliğin yüksek olduğu dönemlerdir. Bilişsel gelişimin en dramatik dönemleri yaşamın ilk yılında ve tekrar pubertede erken adolesan dönemde izlenir. Bunlar aynı zamanda en yoğun idealizasyon dönemleridir (Hauser ST ve Smith HF, 1991). Mosses Laufer (1991), kendini yaralama, anoreksik ve bulimik tipte davranışları, şiddetle cezalandırıcı anne imajına bir tepki olarak görmüş, bu davranışların kız ergenlerde mastürbasyon yapmaya başladıktan sonra ortaya çıktığını belirtmiştir. Ergen kızın vücudunu, kendisine saldıran cezalandırıcı bir nesne olarak gördüğünü ifade eden Laufer, annesiyle kurduğu nesne ilişkisinin kızın beden imgesini belirlediğini vurgulamıştır. Fisher (1989)’e göre ise ebeveynlerle erken ilişkiler, sonraki cinsel davranışı belirlemekte; temel nesne ilişkileri, beden imgesi gelişiminde daha öncelikli bir özelliğe sahiptir.
Diğer duygulanımlar için olduğu gibi, saldırganlık için de gelişimsel bir sekans bulunmaktadır. Özellikle irritabilite ve öfke, doğumdan itibaren bulunmaktadır. Yoğunluk eşiği büyük oranda genetik faktörlerden etkilenmektedir. Öfke, zararlı uyarandan organizmanın kurtulma reaksiyonudur. Öfke ve düşmanlık, ilk yılın ikinci yarısında ortaya çıkmaktadır. İkinci yılın ikinci yarısında, bütün bunlar nefrette toplanırlar. Yani, düşmanlık belli bir içselleştirilmiş kişiler arası olaya eklenmektedir ve kararlı ve kalıcı bir duruma geçmektedir. Nefret karakterini almaktadır. Sonunda bu afektler ambivalansın doğasını ve sadizmin, hasetin, ön yargının, intikamın niteliğini belirlemektedirler. Bebeğin otonomisinin giderek gelişmesine yönelik çabaları, dokuz ve on altıncı aylar arasında kaçınılmaz olan çatışmayı başlatır ve içte artan bir ambivalans hâlini alır. İnhibisyon, inkâr, düşmanlığın yer değiştirmesi ve bölünme ortaya çıkmaya başlar. Bunu annenin hükümlerinin içselleştirilmesinin başlaması izler. Bu erken dönem içselleştirmeleri ,süperego prekürsörleridir. Çocuk yalnız annenin onaylamaması durumuyla ve sevgisini yitirmek ile değil, aynı zamanda kendisinin öfkesinin ona yönelmesi ve onun yıkıcılığı konusunda da endişelidir. Çocuk iyi ilişkiler kurma yönünde hareket ederken ve simbiyoz alarm sirenleri ile otonominin davetkâr yönü arasında kalmışken, içselleştirilmiş olan içerleme ve düşmanlık duyguları artık nefret olarak yapılanabilirler. Böyle bir duygu obje olarak diğerlerini günah keçisi yapma, ön yargı ve sadizm veya kendiliğine yönelik olarak canını acıtma ve mazoşizm olarak yer değiştirebilir. Sonunda iyi ilişki kurma alt fazı, Ödipal faza dönüşürken düşmanlık, merak ve rekabetçilik üzerinde olmak üzere yeni bir organizasyon hâlini almaktadır (Parens H, 1991).
Birçok kişilik türlerindeki hastalarda akut regresyon periyotları sırasında kasıtlı kendini yaralama davranışı gözlemlenmiştir. Psikodinamik bağlamda, kişi başkaları ile uzlaşma dönemi ilişkilerinde tolere edilemez bir kriz tecrübe ettiğinde, Mahler M. (1975) ve meslektaşlarının genç çocukların gelişiminde tanımladığı gibi, kendini yaralamanın bir “mazoşistik teslim olma” tepkisini temsil ettiği düşünülmüştür. Bu nedenle kasıtlı kendine zarar verme; “sınır, obsesif, histriyonik kişilik gelişiminde veya akut regresyon sırasında daha olgun karakter yapılarında daha sık olarak ortaya çıkabilir” denilmektedir. Alan Apter ve ark. (1997), kendine yönelmiş agresyon ve intihar girişimi anımlayan ergenlerde ego savunma mekanizmalarını incelemişler; ‘yüceltme muhtemelen koruyucu bir faktörken, yer değiştirmenin çok fazla kullanılması, süisid ve agresif davranışlar için riskin artması ile bağlantılı olup birkaç lgunlaşmamış ego savunması, muhtemelen saldırıyı (agresyon) artırmakta, bu da daha sonra içe yansıtmanın, yer değiştirmenin ve baskılamanın çok fazla kullanılmasının yanlış adapte edilmesiyle kişinin kendi aleyhine olmaktadır’ sonucuna varmışlardır.
1954’te Bruno Bettelheim, “Sembolik Yaralar” (Symbolıc Wounds) adlı kitabında inisiasyon ayinlerini, sünneti ve alt kesiyi yeniden tanımlar. Bettelheim, bu ayinlerin kendilerine özgü antropolojik bağlamlar içinde yorumlanmalarının gereğini düşünür. Bettelheim’ın Freud’la anlaşmazlığının temelinde, Bettelheim’ın her cinsiyetin diğer cinsiyete imrendiği, her cinsiyetin sahip olmadığı cinsel özelliklere sahip olma hipotezi yatar. Kadınların penise imrenmelerine karşılık erkeklerin vajinaya imrenmeleri denk düşmektedir. Geçiş ayinleri de (sünnet, alt kesi) bu bilinç dışı dileğe cevap verir. Bettelheim’e göre, kadiri mutlakiyetin kaynağı fallustan çok, vajina- uterus bütünüdür. Alt kesinin erkeklerin vajinaya sahip olma imkânı verdiği olgusunu ön plana çıkartırken bu tür bir uygulama kişiyi yol açtığı “tutsak penis” kaygılarına bağlı hadım edilme kaygısından kurtarmamaktadır. Bu yapma vajina, aynı zamanda hacmi müdahale sonrası ödem nedeniyle hayli artmış bir penis de olabilmektedir. Roheim’in incelediği Avustralya yerlileri için kadın vajinası bir yara olarak kalmakta ve erkeklerin alt kesi yoluyla elde ettikleri vajina penis olma özelliğini yitirmemektedir. Her şeye rağmen yara bir bağış, bir diyettir. Tarih öncesi çağlardan günümüze yansıyan bilgiler önemlerini korumaya devam etmektedir. Bu durumda dişilik işareti ve yara, kadın cinsel organının simgesel eş değeri olmakta ve bunlar birbirlerinin yerine geçebilmektedir.